25 Eylül 2009 Cuma

Biz Susalım Resimler Konuşsun!


















Unutulan Bir Şehit Hikayesi



Ölümün soğukluğunu hissetmek herhâlde buydu. Gerçekten de ölüm denen şey yaklaşınca, bütün korkunçluğunu insanın üzerine bırakıyordu. Bu korkunçluk bir askeri yıldıramaz ya da korkutamazdı, fakat geride kalanları düşünmek! İşte bu en sert yüreği bile inceltmeye yetiyordu. Hele bu geride kalanlar ayın on dördünü kıskandıracak güzellikte bir eş ve daha “baba” demeye bile başlamayan bir küçük yavruysa, o yürek yerinden çıkıyor, kendi kendini taşlara vurup parçalıyordu.

Çatışma çıkalı yirmi dakika olduğu hâlde ortalık cehenneme dönmüştü. Yavuz da bu cehennemin tam ortasında kalmış, var gücüyle çarpışıyordu. Bundan önce de birkaç kez çatışmışlardı ama anlaşılan bu sefer ki öbürlerinden daha acımasızdı. Kolay değil, gecenin üçünde karakola teröristler ağır silahlarla saldırmışlar ve belli ki planı çok önceden yapmışlardı. İşte şimdi hedeflerine ulaşmak için o iğrenç namlularından çıkan hain kurşunlarını karakola ve askerlerin üzerlerine fırlatıyorlar, karakoldaki askerleri devirebilmek için ateşin ardını arkasını kesmiyorlardı.

Yavuz, on ay boyunca ilk defa böyle çetin bir savaş görüyordu. Bu savaş, tatbikat ya da eğitimlerden çok farklıydı. Eğitimlerde olduğu gibi silahların patladığı yeri, namluların doğrulduğu tarafları bilmiyordu. Her yerden ateş sesleri geliyor, karakolun karşısındaki tepeden gelen patlama sesleriyle karakoldan fırlayan mermilerin korkunç çığlıkları birbirini kesiyor, bu da insan beyninde yıkıcı bir gürültü yaratıyordu. Yavuz, şimdi eğitim sırasında öğrendiği her şeyi uygulayacaktı. İşte, kar altında da güneş altında da, gece gündüz demeden yaptırdıkları şu eğitimlerin işe yarayacağı zaman gelmişti.

Karakol tarafında da müdafaa yamandı. Nöbetçilerden biri dört aylık asker olduğu için acemiydi ve ilk gelen bombayla şehit olmuştu ama Yavuz’un ve bu askerin komutanı olan Yılmaz Üstçavuş, gözyaşını içine akıtıp derhal vuruşmaya koyulmuştu. İlk önce bombanın geldiği yöne doğru fırlattığı bir başka bombayla haine cevap vermiş, ardından aceleyle davranıp, her gece en yakın arkadaşlığını yapan, biricik yoldaşı uzun namlulu silahıyla ölüm saçmaya başlamıştı.

Yılmaz üstçavuş renkli bir kişiydi. Yaşı daha genç olduğu hâlde üç kere nişanlanmış, üçünde de bir yol işin sonunu getirip evlenememişti. Sonunda tepesi atmış, evlilik işini hayatından silip atmıştı. Evli olan erlerini “sen zaten yanmışsın” diyerek kızdırırdı. Erler, Yılmaz üstçavuşu kendilerine çok yakın hissederler, onu bir komutandan ziyade bir abi gibi görürlerdi. Erler bütün komutanlarını severlerdi ama Yılmaz üstçavuşun yeri başkaydı.

Yılmaz üstçavuş yetim büyümüştü. Bütün maddi gücünü onu okutmaya harcayan annesi ve abisine vefa borcunu şimdi onları yanına alıp onlara bakarak ödemeye çalışıyordu. Babasını hiç tanımadığı için, çocuğu olan erlere daha bir özen gösterir, bu erlerin kılına zarar gelecek de bir çocuk daha yetim kalacak diye çok korkardı. Neler yapmamıştı ki erlerle? Tıpkı er gibi çıkıp dışarıda onlarla rakı bile içmişti. Erlerle disiplini koruyor, fakat muzip yanını bir türlü bastıramıyordu. Bu muzip yanı erlerin de çok hoşuna gidiyordu. Bu yüzden birkaç kez Murat üsteğmenden fırça yemişti ama erlere dayanamıyor, onların her birini kardeşinden farksız görüyordu.

Kendisini birdenbire korkunç çarpışmanın tam ortasında bulan Yavuz ise, Aydın’lı bir Türk yiğidiydi. Askerlik çağı gelince, her Türk evladı gibi kışlaya koşmuştu. Şimdi Kars’ın Kağızman ilçesinde vatani görevini yapıyordu. Yavuz, evliydi ve yedi aylık bir oğlu vardı. Asker ocağında en büyük dertlerinden biri, dünya güzeli eşiyle gelecek umudu yüklü küçük oğluydu. Onları düşündükçe yüreği parçalanıyor, yüreğindeki kanı dindiremiyordu. Ama askerlik şerefti, ardı. Bu yüzden katlanması gerekiyordu.

…Çatışma yavaşlamıyor, aksine sürekli artıyordu. Yavuz, elindeki silahla durmadan ateş ediyordu ama doğru hedefe ateş edip etmediğini belirleyemiyordu. Çünkü her yer çok karanlıktı. Birden kendisine seslenen Yılmaz üstçavuşun sesini duydu:

- Yavuz! Buraya gel...

Ses, karakolun arka giriş kapısının olduğu yönden geliyordu. Birkaç adım o tarafa ilerleyince Yılmaz üstçavuşunu görebildi. Bir yandan silahıyla kendisini ve karakolu koruyordu, diğer yandan da Yılmaz üstçavuşun yanına doğru ilerliyordu. Nihayet komutanının yanına geldi. Yüzünde, en yırtıcı doğanlara has bir ifade vardı. Komutanına cevap verdi:

- Emredin Komutanım!

Yılmaz üstçavuş soğukkanlıydı:

- Yavuz! Merkez karargâhla irtibat hâlindeyiz. Destek geliyor ama yolda ona da pusu kurmuş bu hainler. Ama az kaldı, birazdan yetişirler. Şimdi bize düşen burayı savunmak. Unutma; silahını bırakmazsan nöbet yerin düşmez, nöbet yerin düşmezse birlik düşmez, birlik düşmezse tabur düşmez, tabur düşmezse alay düşmez, alay düşmezse ordu düşmez ve ordusu düşmeyen bir ülkeye de kimse bir şey yapamaz. Şimdi var gücümüzle çarpışacağız.

Yavuz kendinden emin bir şekilde cevap verdi:

- Komutanım! Biz buraya gelmeden önce anamızın babamızın önünde, bütün anaların babaların önünde ant içtik. Bizim alnımız iki şekilde ak durur; ya burada canımızı toprağa hediye ederiz, ya da şu bize kurşun sıkan hainlerin topunu yok eder milletimizin intikamını alırız. Geri durmak, vazgeçmek ne demek? Siz komutanlarımız bizi böyle yetiştirdiniz.

Bu sözler dudaklarından dökülen Yavuz, kapıdan içeri bakınca yüreği dağlandı. Son günlerde içinde sürekli sıkıntılar olan Arif, cansız yerde uzanıyordu. Diğer arkadaşlarından bir kaçı ona müdahale etmeye uğraştıysa da geç kalınmıştı. Yavuz bu manzara karşısında kanı donduğu hâlde sert bir küfür savurarak silahındaki mermileri karşı tepeye doğru haykırarak göndermeye başladı. Kim bilir; belki de birkaç teröristi öldürmüştü ama kahretsin ki bunu tespit edemiyordu.

Yarım saate kalmadan destek kuvvet gelmişti ama çatışma bitmiş değildi. Biraz sonra korkunç bir patlamanın ardından Yavuz’un kısa ve sert sesi duyuldu. Evladı kollarından düşen bir anne gibi atılan Yılmaz üstçavuş, Yavuz’un yanına koştu. İşte Yılmaz üstçavuşun korktuğu olmuştu, bu ses karakola geldiğinden beri öz kardeşinden ayrı tutmadığı Yavuz’a isabet eden hain bir kurşunu anlatıyordu.

Kurşun, Yavuz’un sağ omzunun birkaç santim boynundan tarafına isabet etmişti. Yılmaz üstçavuş yine soğukkanlı olup Yavuz’a moral vermek istiyordu ama her an bu soğukkanlı duruşunu bozabileceğinden korkuyordu. Çünkü öz kardeşi gibi sevdiği askerini bu hâlde görmek, bir asker için yaşanabilecek en kötü anlardan biriydi. Yılmaz üstçavuş derhal sağlık ekiplerine haber vermişti. Diğer yandan da her zamanki muzip tavırlarıyla Yavuz’u rahatlatmaya çalışıyordu:

- Bakıyorum vurulma bahanesiyle yatıyorsun. Ne o? Çok mu yoruldun yoksa?

Yavuz’un nefes alışverişleri hızlanmıştı. Önce gülümsedi, sonra komutanının kolunu tutarak, boğazında biriken kanlardan çıkan öksürüğe benzeyen ses eşliğinde konuşmaya başladı:

- Komutanım! Karım Fulya’ya onu çok sevdiğimi söyle. Onu, daha yolun başında yalnız bıraktığım için beni affetsin. Oğlumuzu iyi yetiştirsin. Yaşadığı sürece şehit evlâdı olduğunu bilip, ona göre ömür geçirsin.

Yılmaz üstçavuş, yüreği kan ağladığı hâlde zoraki gülümsemeye devam ediyordu:

- Oğlum ne pinpirikli adamsın. Sinek ısırsa bundan daha fazla yara olurdu. Bu kadarcık yarayla adama bir şey olmaz. Hem ben Fulya’ya ne diyeceğimi biliyorum. Senin bu mızıkçı kocan eğitimden hep kaytarıyordu. Gidip karakolun arkasında sigara içiyordu diyeceğim. Artık başka diyeceğin varsa da sen nasıl olsa yanına gideceksin, gidince söylersin.

Yavuz yine gülümsemişti. Sesindeki boğukluk artmış olduğu hâlde zorlanarak cevap verdi:

- Kaytardığımızda karakolun arkasında sigara içip mektup yazdığımızı biliyor muydun komutanım?

Yılmaz üstçavuş tebessümle cevap verdi:

- Bilinmeyecek gibi mi kaçıyordunuz? Hele bir keresinde sen kuru otları azcık yaktıydın, komutanlar anlayacak diye de yaktığın otları bir bir toplayıp toprağın altına gömdüydün. Zeki adamsın ama.

Bu arada teröristler büyük ölçüde püskürtülmüştü. Sağlıkçılar da gelmişlerdi ve Yavuz’a ilk müdahaleyi yapıyorlardı. Yılmaz üstçavuş, Yavuz’un elini tutup sıkarak hâlâ ona moral vermeye çalışıyordu:

- Tamam hadi, yeter bu kadar kaytarmak. Kalk yürü. Bir şeyin yok işte.

Yavuz, gözleri açık olduğu hâlde artık gülümseyemiyordu. Son bir güç ile komutanının elindeki elini sıkmaya muvaffak oldu. Komutanının gözlerinin içine bakarak son bir söz diyecek oldu, nefesi yetmedi. Dudağının sol tarafından sızan ince bir kanla başı geri düştü. Artık Yavuz hiçbir şey göremiyordu. Gözleri yıldızları seyrediyordu ama Yavuz yıldızları göremiyor, yanı başında kendisine ölmemesini emreden Yılmaz üstçavuşunu duyamıyordu.

Sağlık görevlileri uğraştı ama olmadı. Sağlık görevlisinin biri, gözleri yaşlı olduğu hâlde Yılmaz üstçavuşa dönü;

- Kurşun beyne giden damarlardan birini parçalamış, boğaza yakın değdiğinden nefes borusunu da yaralamış. Yapılacak bir şey kalmamıştı, ordumuzun ve milletimizin başı sağ olsun.

Yılmaz üstçavuş, deminden beri hapsettiği gözyaşlarını artık serbest bırakmıştı. Yavuz kanıyla, Yılmaz üstçavuş gözyaşıyla uğruna binlerce Mehmetçiğin çarpıştığı vatan toprağını suluyorlardı. Yılmaz üstçavuş, Yavuz’un ardından bakakaldı. İşte bir vatan evladı daha gitmiş, bir bebek daha yetim kalmıştı. Yılmaz üstçavuş fısıldar gibi bir sesle;

- İşte ulan! İşte bunun için evlenmenizi istemiyorum… Hiçbir erin evli olmasını istemiyorum. Arkanızda yetim çocuk bırakmayasınız diye! Ben üç nişan bozdum, yapamadım, sizin ne aceleniz var? diyordu…

Şimdi Yavuz’un cansız bedeni helikopterle götürülmüş, geride kalanlar açılan yaralarıyla yine baş başa bırakılmıştı. Kim bilir? Belki Yavuz’un oğlu da yetim büyüdüğünden, ardında yetim bırakmamak için askerliğini yapmadan evlenmeyecek, hatta belki o da ebedi asker olup, evlilikten korkarak büyüyecekti.

Yılmaz üstçavuş ıslak gözleriyle Yavuz’un arkasından kısık sesiyle mırıldanır gibi konuşuyordu:

- Analara ve babalara verdiğin sözü tuttun Yavuz’um. İstediğin gibi alnın ak duruyor! Ama ne vardı canın da bedeninde dursaydı. Yakmasaydın yüreğimi…

Millet Malıdır Oğul... - Kurtuluş Savaşı (Anı)





İLERDE Milli Eğitim Bakanı olan M. Necati Bey anlatıyor:‘Uzun yollarda kesintisiz süren bir akışla savaş alanlarına inen mübarek kağnı kafilelerine her zaman rast gelirdim. Görüntü hiç değişmezdi: Zayıf öküzlerin çektikleri cephane yüklü arabalar ve bunların başlarında yanık yüzlü, çıplak ayaklı kadınlar, ihtiyarlar hatta çocuklar. Çok defa yolun kenarına çekilir, onların geçişini gözlerim yaşararak seyreder, kağnıların gıcırtılarını ilahi bir musiki gibi dinlerdim.

Karlı bir gün Çerkeş önlerinde kağnılarla cephane taşıyan bir kadın kafilesine rast gelmiştik. Kafileye yaklaştık ve selamlaştık. Biz soğuktan yamçılar altında bile titrerken, tek yorganını arabaya örten bir ninenin çıplak ayaklarla karları çiğnediğini görünce içimde bir merhamet sızladı. Yorganını, arkasına sardığı peştamalın içinde ara sıra hıçkıran bir çocuğun üzerine değil de, niçin arabanın üzerine serdiğini sormak gereğini duydum.

KARDA ÇIPLAK AYAK

Sorumu garip bir tarzda karşıladı. Anlaşılan bu durumu konuşmaya değer bulmuyordu. Cevap beklediğimi anlayınca, kutsal bir şeye yaklaşır gibi kağnıya yaklaştı, yorganı aralayarak altındaki mermileri gösterdi:

‘Kar serpeliyor oğlum, millet malıdır, yazık, nem kapmasın.'

Uçlarından çekerek yorganı mermilere sıkı sıkıya sardı.

Az önceki merhametimden utandım.'

Burma'daki Türk Şehitliği






Burma’daki Türk şehitliğinin Türkçe kitabesi


Bugün Burma’da bulunan “Thayet Myo Türk Şehitliği“nin hikâyesi ise çok ilginç. I. Dünya Savaşı ‘nda İngilizlere esir düşerek, o dönemde İngiliz sömürgesi olan Burma’ya getirilen 12 bin kadar Türk askeri arasında, yıllar süren esaret dönemi boyunca salgın hastalıklar, ağır çalışma ve esaret şartları altında şehit düşen 1500 kadar Türk askerinin gömülü bulunduğu bir şehitliktir. Kalanların kaçının Türkiye’ye dönebildiği bilinmemektedir.Gömü alanının yerini belirten, Türkçe ve Burmaca bir kitabe ve çoğu 1916 Mart ve Nisan ayları tarihli mezar taşları bulunmaktadır. Şehitlik kitabesinin Türkçe (Latin harfleri ile) kısmında bugün zor okunabilen, “Birinci Dünya Savaşı’nda Irak, Suriye, Filistin ve Arabistan cephelerinde Osmanlı ve İngiliz Orduları arasındaki çarpışmalar sırasında İngilizlere tutsak düşerek Burma’ya getirilen ve burada vefat eden aziz Türk askerlerinin anısına” ifadesi yer almaktadır




Türk şehitliğinin kaybolmak üzere olan duvarı
Esir Osmanlılar 9 bin km ray döşedi


Türkiye’ye 7500 km. mesafedeki bu uzak ülkede, 1500 kadar Türk askerinin şehit olarak yattığını maalesef çok az insan biliyor. Birinci Dünya Savaşı’nda Irak, Suriye, Filistin ve Arabistan cephelerinde Osmanlı ve İngiliz orduları arasındaki çarpışmalar sırasında İngilizlere tutsak düşerek üzerinde güneş batmayan İngiltere’nin bir sömürgesi olan Burma’ya getirilen 12 bin askerimiz yol, demiryolu, köprü ve suni göl yapımında işçi olarak çalıştırılmışlar.Bugün bile Burma’yı baştanbaşa geçen iki ana hattan biri olan başkent Yangon ile Thayet arasındaki 300 millik (9 bin km) demiryolu esir düşen Osmanlı askerleri tarafından yapılır. İnşaat biter ama salgın hastalıklara ve zor çalışma şartlarına dayanamayan 2 bin asker hattın son durağı Thayet kampında şehit düşer. Çalışmayı reddeden birçok asker de öldürülmüştür. Geriye kalanlar ise ancak Mondros Mütarekesi’nden sonra ülkelerine geri dönme fırsatı bulurlar. Ancak rivayetlere göre askerlerin bir kısmı gemilere bindirilip gönderilirken evlenip geride kalmayı seçenler de olur. Burma’da şehit olan esirler için İngiliz hükümeti bir mezarlık yaptırır. Mezar taşlarının üstündeki künye bilgileri bugün hâlâ okunabilecek kadar canlı duruyor. İsimleri İngiliz alfabesiyle yazılan şehitlikte Kerküklü Muhammed, 20 Ekim’de ölen Şaban gibi pek çok asker yatıyor.




Türk Şehitliği için geliştirilen proje
Türk Şehitliği bakımsız


Bugün üzerini otların kapladığı, bakımsızlıktan yazılarının silindiği taşlar, kitabe, sıvası dökülmüş mezarlık duvarı bir şehitlikten çok harabeyi andırıyor. Şehitlikte hâlâ bile 300 kadar mezar taşı bulunuyor.Bu yıpranmışlık yanında, mezarlığı çevreleyen taş sınırın ve mezar taşlarının da tropik iklimde yetişen yoğun bitki örtüsü altında okunamaması, kimliksel ve anlamsal tanım eksikliği oluşturmaktadır.Türkiye’nin tanınmış gezginlerinden emekli Albay Faruk Budak, 2002 yılında bu ülkeye yaptığı ziyarette adı geçen şehitlikleri de ziyaret eder. Budak’ın çabalarıyla Genelkurmay Başkanlığı’ndan restorasyon için gerekli bütçe 2002′de tahsis edilir. Dışişleri Bakanlığı’nın Burma hükümeti nezdindeki yoğun diplomasisi sonucu gerekli restorasyon izni ancak geçtiğimiz yıl alınabilmişti.
Ülke genelinde Thayet şehitliği dışında birçok küçük Türk Mezarlığı olduğunu belirten Burma Fahri Başkonsolosu Ercan Aygün, bir süre önceki Birmanya ziyaretinde de yeni hikâyelerin izine rastladığını ve bunların da araştırılması gerektiğine işaret ediyor. “Yaşlıca bir profesörle tanıştım. Büyük dedesinin Türkleri tanıdığını ve orada bir Türk kolonisi olabileceğini anlattı” diyen Aygün, bugün kimse bilmese de rivayet edildiği gibi evlenip Burma’da kalan askerlerin izini sürmeyi planlıyor.

Ayrıca şehitlikteki Türk bayrağı işlemesinin yakın zamanda Amerikalı bir Türk tarafından yaptırıldığı da söyleniyor. Aygün, bunun gibi pek çok hikâyenin Birmanya topraklarında araştırılmayı beklediğini ifade ediyor.






Burma’da Türk askerlerinin mezar taşları


Lütfen size can veren bizi biz yapan kişilerin en azından mezarlarına sahip çıkalım!!!!!

Man Adasında Yatan Yedi Şehit



MAN ADASI'NDA YATAN YEDİ ŞEHİT!


Türk askerinin Lübnan’a gönderilmesi tartışmaları hatırıma İngiltere ile Kuzey İrlanda arasında yer alan İrlanda Denizi’ndeki Man Adası’nı getirdi. Man Adası’nı hatırlamam boşuna değil elbette. Bu küçük adada bulunan kilisenin bahçesinde yedi Türk Mehmetçiğin mezarı bulunuyor. Memleketlerinden binlerce kilometre uzakta, İrlanda Denizi’nin ortasındaki küçük ada da Türk askerlerinin ne işi olabilir? Ne İngiltere’yi, ne de İrlanda’yı işgale gidip, burada şehit düşmedi Mehmetçikler.


Emperyalistlere karşı kendi ana yurtlarını savunurken düşman askerlerine esir düştükleri için mezarları uzak ufuklarda kaldı. “Belki döner” umuduyla yolcu eden anaları, bir daha göremedi askere yolcu ettikleri yavrularını. Tıpkı Kurtuluş Savaşı’nda ana ocağına bir daha dönemeyen binlerce Mehmetçik gibi. Yemene gidip dönmeyen ve ardından türkü yakılan şehitler ordusu gibi. Çanakkale’de toprakla kucaklaşan binlerce Anadolu evladı gibi.

MAN ADASI’NDA 7 MEHMETÇİK

Birinci Dünya savaşında İngilizler’e esir düşmüş olan binlerce Alman ve Avusturyalı ile birlikte 115 Türk, 1915 yılında 200 kişilik bir kafile içinde “Isle of Man” adasındaki Knockaloe Esir Kampı’na getirildiler. Bunlar arasında bulunan yedi Türk esir burada vefat edince, tutuldukları esir kampının karşısındaki Patrick Kilisesi’nin bahçesine gömüldüler.

Uzun süre ilgi bekleyen yedi Türk askerinin mezarlarının bulunduğu Man Adası’ndaki mezarlığa 1972 yılında “Şehitlik” statüsü verildi. Dikili taşlar halindeki mezarlık geçtiğimiz yıllarda bakıma alınarak şehitlerimizin anılarına layık görkemli bir şehitliğe dönüştürüldü. Şehitliğin bakımı, içinde bulunduğu Patrick Kilisesi ve İngiliz Savaş Mezarlıkları Komisyonu (Commonwealth War Graves Commission) sorumluluğunda bulunuyor. Periyoduk bakım giderleri anılan müesseseler tarafından, restorasyon ve özel bakım giderleri ise Türkiye Cumhuriyeti Milli Savunma Bakanlığı İnşaat Emlak Daire Başkanlığı’nca karşılanıyor.





ADLARI VE ÖLÜM TARİHLERİ
Mezar taşlarında ad, soyad ve ölüm tarihleri bulunuyor şehitlerimizin...


Ramazan Mehmet 17 Kasım 1916
Hüseyin Halit İbrahim 16 Şubat 1917
Hüseyin Ali 20 Nisan 1917
Hasan Derviş 18 Mayıs 1917
Mehmet Ali 17 Eylül 1917
Kalan Yeğen 09 Nisan 1918
Ahmet Hazan 15 Temmuz 1918

Kader onları, “uğrunda ölmek için” çıktıkları meçhul yolculukta, ülkelerinden binlerce kilometre uzaktaki Man Adası’na ***ürdü ve ülkelerinden uzakta kaldılar. Bir daha ana yurtlarına dönemediler.

TARİHTEN MESAJ VERİYOR

Geçen asrın son çeyreğinden bu yüzyıla geçiş yılları, Man Adası’ndaki yedi Mehmetçik gibi binlerce Türk askeri bir daha baba evine, ana ocağına dönemedi. Sevdikleri ile bir daha göz göze gelemedi. Benzer kaderi paylaştıkları Portsmouth’da yatan 26 Türk denizci asker de öyle. Hepsinden acısı; Türkiye’nin katılmadığı II. Dünya Savaşı sırasında İngiltere topraklarında şehit düşen ve Londra yakınlarındaki Brookwood mezarlığında yatan 14 genç Türk pilot da.

Dünyanın bir başka ucunda; Man Adası’nda, Porsmouth’da ve Brookwood’da yatan şehitlerin mezar taşlarının her biri bugüne gönderilen mesaj yüklü. Her bir mezar taşı, dünün acılarını bugüne taşıyan birer tanık gibi duruyor şehitlerin başucunda. Kimbilir, onlar, Türk askerinin Lübnan macerasına girmesini isteyenlerin bir daha düşünmelerine vesile olabilir. Bizlerin karşı çıkışları bir anlam ifade etmeyebilir ama savruldukları ülke topraklarından dönemeyen şehitleri hatırlatmak belki daha anlamlı olur.

Mustafa KÖKER

Dalgalan Ey Türk Bayrağı Huzurla Dalgalan






Cansız bedenlerin hangisi suçluydu sizin gözünüzde!
Hangisi canınızı yaktı,
hangisi sizin elinizden mutluluğunuzu aldı ki....
siz onlara bunları yaptınız!


Bir bebeği düşünün cansız küçücük bir bebek annesinin karnında zamanla yarışan,zamanını doldurup lanetli,fani,acımasız dünyaya merhaba deyecekti...

Ama o merhaba demeden "elveda" dedi....


Yarınlarını,mutluluklarını aldınız onun.Zamana meydan okuyup büyüyecekti onlar ama onların zamanda ki büyüyüşlerini aldılar.

Ne yaramazlık yaptılarda onlara bu cezayı verdiniz?

Suçları neydi çoçuk olmamk mı?
Suçları mahsum olmak mı?


Adını bile bilmediğiniz çoçukların canlarını almak size mi düştü?Siz kimsiniz?Kendinizi güçlümü sanıyorsunuz?Siz mahsum insanların canlarını,yarınlarını,umutlarını,mutluluklarını çalan insafsız,nankör,acımasız,Allah korkusu olmayanlarsınız....


Ama birgün umutmayın ki o mahsum insanların,küçük bedenlerin canlarını alan sizler geldiniz cehenneme döneceksiniz...Yürekleri ağlatan,yarınlara kanlı mutluluk bırakan sizler YANACAKSINIZ!.....





Unutma ey zalim dünyanın 3 kuruşluk nankörleri küçük bedenlerin siz yaramazlıklarını bitmemiş ası konmamış mutluluklarını alamazsızsınız....Sizin elinizden bizler elbet birgün,elbet birgün canınızı ALACAĞIZ...

Siz alçaklar unutmayın;

Ölümü veren Allah
Sizi yaratan da Allah
Cezayı verecekte Allah
Sizi yakacakta Allah

Ama ölümden gelen mahsum insanların canına kıyan sizler ölüme gideceksiniz!!!!!






"Küçük bedenlerin mahsum yüreklerine"


BiRi eCDaDıMa KüFReTTiMi BoĞaRıM
BoĞaMaSaMDa YaNıMDaN KoVaRıM
YuMuŞaK BaŞLıYSAM KiM DeDi uYSaL KoYuNUM..
KeSiLiR aMa ÇeKMeYe GeLMeZ BoYNuM..!
Mehmet Akif ERSOY

Minik Bir Yürekten Şehid Babaya Mektup



Yine seni özledim.Yine aklım karıştı baba..Özlem aklı karıştırır mı? Bunu öğretmemiştin bana.

Bugün benim doğum günüm.Şimdi sekiz yaşımdayım.büyüdüm erkek oldum ama hala anlamıyorum sen neden yoksun baba.Önlük bana çok yakıştı. Senin hep görmek istediğin gibi pırıl pırıl bir öğrenci oldum ama sen göremedin üzgünüm çok üzgünüm baba...Karlı bir kış günüydü.seni bir tabutun içine koymuşlardı.Yine çok yakışıklıydın. Derin bir uykuya dalmıştın.Çağırdım defalarca seslendim sana,cevap vermedin küstüm sonra.Hani söz vermiştin. Kartopu oynayacaktık ilk kar yağdığında. Hava çok soğuktu ama babannem ağlarken ''oooyyy ciğerim yanıyor'' diyordu.

İnsanın ciğeri nasıl yanar baba?

Çok büyük bir kalabalık vardı.Herkes ama herkes ağlıyordu.Hep bir ağızdan ''ŞEHİTLER ÖLMEZ VATAN BÖLÜNMEZ'' diyorlardı.Sen şehitsen ölmüş olamazsın.

Ölmediysen nerdesin baba?

Kocaman bir Türk bayrağına sarmışlardı tabutunu.Sen onu hep göklerde görmek isterdin.''Kutsal sevdam bayrağım'' derdin ya hani. Nedense biraz da kıskandım o zaman seni. Affet baba.Peki neden anlamıyorum hala.

Şimdi sen öldün mü? O zaman vatan bölündü mü?

Çok karıştı aklım baba.Vatanı kim bölmek ister ki.Bu büyük günah değil mi? Dedem anlatırdı ya hep ''benim dedem Çanakkale’de şehit oldu vatanı kurtarmak için'' derdi ya...O zaman büyük büyük dedem yok yere mi öldü? neden tekrar vatanı bölmek istiyorlar baba? Hani okula gidince her şeyi öğrenecektim.Bunları neden öğretmiyorlar baba? Bildiğim tek şey var.

O da sen yoksun yanımda.

Annem çok özlüyor seni biliyorum. Babanla gurur duyuyorum diyor. İnsan gurur duyunca ağlar mı? Özleme alışır mı baba?

Peki gurur senin yerine kardeşimi koklar mı? Beni maça ***ürür mü acaba?

Biliyor musun baba,benim ciğerim yanmıyor elledim sıcak değildi fazla. Hem duman da çıkmıyor. Ama içimde bir yer var. Seni her düşündüğümde orası çok acıyor,sızlıyor,sanki kopacakmış gibi oluyor.Sanki birileri devamlı kalbimi sıkıyor.Galiba sen yokken hep hasta oluyorum baba.

Bu acı nasıl diner? Ellerin ellerimi nerde bekler? Koşabilmek için seninle yollar bizi nasıl özler? Vatanı hangi canavar böler? Onlara senden başka kim dur der?

Gel de anlat bana.Anlat, öğret ki bende şehit olayım baba